Faruk Kimsesizgil

Kimine göre Faruk Ağabey, kimine göre Faruk Baba, kimine göre ise Faruk Dede…

“Ya Rabbi, beni kendi velilerinle tanıştır, onlara yoldaş et”

1952 senesinde Tekirdağ merkez mahallesinde doğdu. İlköğretimini ağır hastalıklar nedeniyle yarıda bıraktı, böylece dünya ilimlerinden mahrum büyüdü. Ümmilik yolunda ilerlemeye başladı. Hayatını idame ettirmek üzere 15 yaşlarında konfeksiyon atölyelerinde çıraklığa başladı. Bir müddet Sultanhamam’da çalıştıktan sonra ustalığa kadar yükseldi. Ütü ustalığı yapmakta iken kömürden zehirlenmesi sonucu bu işi de yarıda bırakmak zorunda kaldı. Askerlikten sonra Ermeni asıllı olan Garabet adındaki işvereni ütücü atölyesini kendisine bırakmak istemesine rağmen bu teklifi kabul etmedi. Ancak bu iş için gerekli maddiyatı bulunmadığından bir arkadaşı ile beraber cüz’i bir ücret karşılığı şişe toplayarak geçimini temin ile uğraştı. İki sene kadar böyle devam ettikten sonra bitpazarından pasta, anahtar, mengene alarak su tesisatçılığına başladı. Bu işle meşgul iken yine karın tokluğuyla çalışmaya devam etti. İş yaptığı kişilerden ücret isteyemiyor onlar ne verirse ona razı oluyordu. Tesisatını yaptığı çoğu müşterisi de gariban olan Faruk Kimsesizgil çoğu zaman bir çay, bir çorba parası verirlerse böylece rabbine şükrederdi.

Üsküplü Cevat adında Beşiktaş’da bir müddet futbol oynamış, daha sonra nalbur olan arkadaşıyla tanışır. Cevat Bey’in Dilaver adındaki eniştesi tarafından tesisatlarını yaptırmak üzere teklif alır, ama bu teklifi kabul etmek istemez. Dilaver Bey’in yemek ısmarlaması ve 0 yemeğin boğazından geçip midesine inmesi sonucu kul hakkıdır diyerek yapmış olduğu teklifi bunun üzerine kabul eder. Cüz’i bir miktar karşılığında bir arkadaşıyla beraber Dilaver Bey’in tesisatlarını yaparlar. Bu arkadaşının hanımı yemeklerini pişirir, onlar da yirmi gün tesisat işini tamamlarlar. Bu işten de karın tokluğuna ayrılan Faruk Kimsesizgil İstanbul’a döner.

Tekrar Selimpaşa’ya dönmek için evden tenceresini tabağını alan, yola koyulan Faruk Kimsesizgil arkadaşlarıyla vedalaşmak üzere kahvehaneye oturur. Cuma namazı vaktidir. Kimisi sağ tarafa, kimi sol tarafa mescide giderler. Gerisini Faruk Kimsesizgil şöyle anlatır:

O anda ben namazlarımı kılmıyordum. İnsanlardan utanarak kahvehaneye girdim, bir iki çay içip etrafta kimsenin olmadığını görünce yola koyuldum. Aksaray’dan Selimpaşa arabasına bindim. Selimpaşa’ya varınca yemeğimi pişirdim ve yedim ve bir anda hayat muhasebesine başladım. Dua ettim, ‘Ya Rabbi, benim kalbim istiyor, ama ayaklarım gitmiyor, ne olur bana Cuma’nı nasip et’ dedim. Selimpaşa’da Dilaver Bey’in evini badana yaptım, duvarlarını da ücretsiz boyadım. Böylece oradan ayrıldım. Bir Cuma günü kendimi Eyüp Sultan’da buldum. İlk Cuma namazını orada eda ettim. İkinci Cuma namazımı Seyit Nizam’da kılarken ikinci rekâtta ‘Ya Rabbi, bana beş vakit namazı nasip et’ dedim. Namazda iken önümden bir sandalcı geçiyordu ve aynı sandalda ben de vardım. O akşam geldim evde yattım. Omzumdan dürtülerek uyandım. Evde kimseyi bulamadım, O ara sabah ezan-ı şerif okunmaya başladı ve anladım ki ben sabah namazına uyandırılmıştım. Namazı eda ettim ve ‘Ya Rabbi bir daha secdeden yüz çevirmeyeceğim’ dedim.

Bir müddet sonra bana bir ses ‘nasibin Topçular’da’ dedi. Ben de birisi bana acaba para mı yardım edecek yoksa beni mi evlendirecek diye düşünmeye başladım. Bir arkadaşım komşum bana gel, benim yanımda takıl, nasıl olsa yaptığın işlerden para kazanmıyorsun, benim evimi bile ücretsiz boyadın, gel benim dükkânımda yanım ol, yemek masraflarını karşılarım, harçlığını veririm dedi. Beni getir götür işlerinde kullandılar. Daha sonra başka bir arkadaşın yanına geçtim, orda da bir çırak 25 lira alırken bana 5 lira veriyorlardı. O arada manevi bir ameliyattan geçtim ve eski halimden kurtuldum. Eyüp’te bir cenaze olduğu zaman bunu hissetmeye başlamıştım. Öğlen vaktinde iş yerindeki insanlara bir cenaze diyordum, ikindide üç cenaze diyordum. Onlar bana deli diyorlardı. Eyüp’e indiğimde hissettiklerimin doğru olduğunu görünce ve hislerimin beni yanıltmadığını anlayınca seviniyordum. Buradaki imtihanım 4-5 sene sürdü. Öyle günler oluyordu ki bana 5 lira harçlığı vermeyi unutuyorlardı. Ben de isteyemiyordum, iki gün aç geziyordum. Bunun benim için bir imtihan olduğunu unutmamaya çalışıyordum.

Bir gün rüyamda denizden bir sandal çıktı, o çıkan sandaldan bir erkek, bir kız çocuğu olan bir bayan indi. Aynı sandala ben biniyorum, sandalın kapağı kapanıyor, eyvah ben çıkamazsam diyorum kendi kendime. O arada bir halka görüyorum, o halkada Ebubekir efendimizin torunları ve Ya Vedûd Sultan var. Ya Vedûd Sultan benimle musafaha yaptı ve ben oradan ayrılırken bana doğru gülümsedi. Ondan sonra iki sene Ya Vedûd Sultan’ı aradım. Bu arada birçok türbelerde hizmet yapmaya başladım. Gülhane Parkı’nın karşısında Hasan Hüsri hazretlerinin mezarlığından her hafta 20 çuval pislik çıkartırdım. Ben temizlerdim oradaki oteller yine oraya çöplerini atarlardı. Seyit Cafer Babanın karşısında Abdurrahim Şamadani ve Bekir Mustafa Paşa’nın türbelerini boyar, halılarını yıkardım. Hafta içi de Edirnekapı’da Abdussadık bin Samed Hafir radıyallahun anhın kabirlerini temizlerdim. Bir yandan da o günler henüz ismini bilmediğim Ya Vedûd Sultan’ı arardım.

İki sene sonra bir arkadaşım Eyüp’te Çay içerken rüyasında su ile ilgili şeyler geçtiğini ve rüyasında suyun ne anlama geldiğini anlayamadığım söyledi. Ben de rüya benim rüyam, benim rüyamı sen görmüşsün Çünkü sucu olan benim dedim. Ya Vedûd Sultanın kapısına geldiğim zaman kapılar kilitli ve üzerinde bir zincir duruyordu. Türbenin önünde gazete kâğıtları vardı. Ben şunları toplayayım, siz gidin, dedim. Onları Sahabelerin (Muhammed el-Ensârî (r.a.), Kâb (r.a.), Hamdullah el-Ensârî (r.a.) ve Ebû Şeybe el-Hudrî’nin) oraya yolladım ve kâğıtları topladım. Ondan sonra bir teneke buldum. Su doldurup türbenin önünü yıkamak istedim. Çeşmeye elimi attım su akmıyordu. Aradım, suyun geldiği yeri ve bahçede arızayı buldum. Arkadaşa dedim ki işte su ile ilgili rüya bu, yapabilirsen bu rüya senin yok eğer yapamazsan rüya benim. O da ben kumaş fabrikasında bir işçiyim, ne anlarım Ağabey su tesisatından rüya senin rüyan dedi. Ben Gaziosmanpasa’ya çıktım, oradan Özyurt diye bir firmadan iki bağlantı aldım, eve geçtim, Küçükköy’e. Evden boru anahtarı aldım, namazı kıldım. Bir saat yürüyerek türbeye geldim, arızayı giderdim. Sultanın kapısında beş tane gül vardı, onları suladım. Türbenin önünü yıkadım. Ertesi gün geldim, ön kısmından temizliğe başladım. Bahçede ilk şarap şişesini kaldırdığımda türbenin etrafına gül kokusu yayıldı. Bu kokudan 6 ay sonra gül ekinceye kadar devam etti. Ben o olaydan sonra burayı güllendirmek için niyet ettim. Rüyamda bahçede temizlik yaparken arka bahçede iki sıra iğde ağacı dikili gördüm ve geldim sabah “sultanım benim bir miktar param var, bu parayla sigortamı ödüyorum, ama buraya harca dersen elbiselerimi dahi satar buraya harcarım” dedim. O arada yolun karşısında bir araba duruyor. Adam duvardan atlayıp yanıma gelmiş, beni dinliyormuş, “Ağabey sen ne konuşuyorsun kendi kendine” dedi. Ben de dedim ki “Sultana sesleniyorum.” Bana, “Peki, o seni duyuyor mu?” dedi. Ben de “o beni duyuyor, ama ben onun dediğini duyamıyorum” dedim. Ve “ne diyorsun” diye bana sordu. Ben de bu tarafa gel dedim, akşam rüyamda beni buraya diktiler iki sıra ağaç dikili gördüm. O da bana sana 250 ağaç alayım dedi. Ben de ancak beş tane alırsın, altı tane alamazsın dedim. Niye, diye sordu bana. Ben de burayı temizleyeceğim, bunun karşılığında sadece 250 tane manevi kardeş istiyorum, dedim. Kaç sene sürerse sürsün ben burayı temizleyeceğim inşallah dedim ve sana ben rakam söylemedim. Sana 250 rakamını Allah söyletti. Ben de bu hizmet karşılığı 250 manevi kardeş istiyorum, maddi hiçbir sey istemiyorum, sen git ağaçları al gel dedim. O da beş tane iğde ağacı aldı, geldi. İlk onun ağacını diktik, Buranın ilk nasiplisi o zaman Miraç baklavasının sahibi merhum Neşat oldu, sene 1997.

Ertesi gün üç bayan, biri genç kız ‘Abi gelir misin?’ dediler. Duvarın yanına çağırdılar Ve bana rüyamda dedeyi gördüm, Allah aşkına kapıyı açar mısın dedi. Ben de kapılar zincirli, bende anahtarı yok, ben de duvardan geçiyorum, siz de atlayın orada duanızı yapın, gidin dedim ve dedeyi sordum. Rüyanızda gördüğünüz dedeyi tarif edebilir misin dedim. Tarif etti, ettiği tarif Sultanın kendisi idi. Dışarıdan dua yaptı gitti. Ben de burada duramadım, sarhoş gibi oldum ve Peygamber Efendimizin sütkardeşi Ebû Şeybe el Hûdri radıyallahu anhın türbedarı Şaban’a gittim, olayı anlattım. O da bana, Ağabey o kapıyı açacaksın dedi. Ben de açamam, çünkü beni milli istihbarattan bir binbaşı, bir albay takibe aldı, bana sen hangi tarikattansın, ben Kadiriyim dedi. Ben de kâl Allah kâle Resullullah on iki tarikat hak hiçbirine bağlı değilim, dedim. Baktım ki adam başka günler beni izliyor, bir zaman sonra geldi bana tarihi eser arıyorsan ben sana yardımcı olayım dedi. Ben de onu takibe aldım, arabasını sahabelerin oraya çekip beni takip ediyordu. Arabası Ford granada yeşil, Türkiye’de olmayan bir arabaydı. Üç sene kadar beni takip etti, sonra milli istihbarattan binbaşı olduğunu anladım. Albay Sezai Bey’e de bahçeyi sulamak için 200 metre hortum aldırdım ve Şaban’a anlattım. Hiçbir şey olmaz, sen kapıları aç, gir dedi. Bende bir testere bir kilit aldım. Kilidi açtım, o an benim kalbimin ferahladığını hissettim. O sırada da baklavacı Neşat kapının açıldığını gördü gitti. Bana bir demlik büyükçe bir çaydanlık, bir piknik tüpü, çay, şeker ve bardak getirdi. Ne olacak bunlar dedim. Yorulduğun zaman bende buradan geçerim çay içeriz dedi. O arada dilime dolandı. Resullullah’ın hadisi şerifi var “bir hurma Çekirdeği olsun dikin” diyor. Ben de arkadaşlarımı aradım. Gelin sizin de bir ağacınız, bir gülünüz, burada bir nasibiniz olsun dedim. Alanlar aldı ve nasiblendiler. Onlar bir iki tane aldılarsa, ben on, on beş tane alıyordum. Sonra onları bir bir dikiyordum. Sabah geldiğimde güllerin çalınmış (muhtemelen çingeneler tarafından satılmak için çalındığını) olduğunu gördüm. Onlar gülleri çalmaktan bıkmadılar ben de dikmekten bıkmadım.

Bir gün bahçede dikenler üzerine yapışmış bir kadını bahçede dikenleri, otları temizlerken gördüm. Bu bahçe dikenden, ottan ve çöpten harap olmuştu. Her akşam beş, altı kamyon gelip hafriyatlarını buraya döküyorlardı. Ben bir taraftan temizliyordum, onlar gelip geceden hafriyatlarını yine bahçeye dökmüş oluyorlardı. O kadına Abla kolay gelsin dedim. O da benim gibi bahçeyi temizliyordu. Tanıştık, Emine abla idi adı ve manevi kardeş olduk. Beraber bahçeyi temizlemeye başladık, bir taraftan temizliyor, bir taraftan güllendirip ağaçlandırıyorduk. İki sene devamlı birlikte temizledik. Üst kısımları temizledikten sonra toprağı da temizlerken üst kısımlarda kemiklere rastladık. Mecbur kaldık daha aşağıya inmeye. Bu arada çuvallarla kemikleri gömmüşler, etraflarında küller, şişeler, mezar taşları vardı, kimisi kırık döküktü. Mezarı temizleyip taşlarını üzerlerine diktik.

Kız kardeşim, Ağabey biz Kayseri’ye gideceğiz, beyimin memleketine. Sana evin anahtarlarını vereyim, bizde kal, dedi. Ben de olur dedim. Türbeye geldim. akşamüzeri namazı eda ettikten sonra ağaçları gösterdikleri yerlere diktim. Çeşit çeşit kokular duymaya başladım. Sanki Arş-ı Âlâ başımın üzerine inmişti. Öyle bir manevi hava oluştu ki kendimi oradan bırakıp gitmek istemedim, kız kardeşime de söz verdim, evinde kalacaktım. Gitmek zorunda olduğum için, Sultanım ben gidiyorum, müsaade et dedim. Ağlaya ağlaya eve gittim. Saat ikide teheccüt namazı kıldım, üçe doğru deprem oldu. İnsanlar bağrışıyorlar, sağa sola kaçışıyorlardı. Ben de abdest aldım, tekrar namaz kıldım. Kelimeyi tevhit çekiyordum: “Ya Rabbi dışarı çıkayım mı?” dedim. Çıkmadım. Sabah namazını kıldım ve yola düştüm. Türbeye geldim ve Sultanım dün gece gittim diye kendime ceza veriyorum. Üç akşam eşiğini yastık yapıp eşinde yatacağım dedim.

İlk akşam kapının önünde bir araba durdu. Bir adam, bir bayan arabadan inip yanıma geldi. Ben kim olduklarını bilmeden Allah tarafından buyur Kaymakamım dedim. Gerçekten de kendisi Eyüp kaymakamı Necati Bey imiş. Bana sen yat, sen güzel işler yapıyorsun. Bir gün ben de İstanbul’a vali olursam senin gibi ecdadıma hizmet edeceğim, dedi. Yanındaki bayan türbeler müdürlüğünden Sevda Hanım imiş, sonradan öğrendim ve beni takibe aldırmış, türbede ne yapıyorum diye. O zaman yıl 1999. Bir gece rüyamda Sultanın sesi, bana türbede şahsi neyin varsa al kaybol dedi. Ben de ertesi sabah rüyamı bir arkadaşa anlattım, o da sen güzel işler yapıyorsun o şeytandır, diye tabir etti. Üç gün sonra arkadaş izne çıkmıştı, yolda karşılaştık. Al bu anahtarları sen türbenin kapısınıaç ben de tesisat malzemesi alacağım. Sen çay demle gelenlere ikram et, ben de geleceğim, dedim. O türbeyi açtıktan sonra türbeler müdürünün asistanı olan Sevda Çetiner Hanım gelmiş, arkadaşa garip sorular sormuşlar:

Kapıyı kime sorup açtınız? Buradaki kulübede para vardı ne yaptınız? Mavi gözlü birisi var, burada mezarları kazıyor, siz burada ne yapıyorsunuz? Define mi arıyorsunuz? Tarihi eser kaçakçısı mısınız? Yoksa terörist misiniz? Sultanın rüyamda bana dediğini kadın arkadaşa diyor. Burada şahsi neyiniz varsa alın kaybolun buradan diye. Arkadaş korkup kapıları kilitliyor ve Sahabelerin (Muhammed el-Ensârî (r.a.), Kâb (r.a.), Hamdullah el-Ensâri (r.a.) ve Ebû Şeybe el-Hudrî’nin] orada beni bekliyor. Ben de elimde çay, şeker tesisat malzemeleri var, geliyorum bakıyorum kapılar kapalı. Sahabelerin oraya gidiyorum. Başından geçenleri bana anlatıyor. Senin üç gün evvel bana söylediklerini o bayan bana söyledi, ben artık o bahçeye bir daha gitmem, dedi. Ben de başımı kesseler, Rabbim bana evliyalara hizmet etmek görevini verdi ise ben de onlara hizmet edeceğim, dedim. Yardım istedim. Kulübedeki malzemeleri taşımak için o da yardım etti. Eşyalarımızı taşıdık. Bana ben polisle uğraşamam deyip gitti. Zaten 2007 senesine kadar polisler birçok defa gelip bahçede beni sorguya çekip gittiler. Sultanın himmetiyle geldikleri gibi gidiyorlardı. Her defasında, başıma şükürler olsun bir iş gelmeden hizmetime devam ettim. Sultana gelip dedim ki sen çekil dediğin için ben çekilip geceleri gelip sulayacağım gülleri, ağaçları. İki ay daha hizmet edip çekildim. O arada türbeler müdürlüğünden bir görevli türbeye verdiler.

Bir müddet sonra rüyamda Eyüp tarafındaki duvardan türbenin bahçesine atlıyorum ve orada kılıçlar, kalkanlar, dolma silahlar var. Sultan bana seslendi “Senin için burada her şey var, korkmana gerek yok. Artık aşikâre gelip hizmetine devam et” dedi. O sabah gelip hizmete başladım. O gün bugün aşikâre bahçede ve türbede hizmete devam ediyorum. Bahçeden 1977-2008 arası, yaz, kış, kar, fırtına demeden çalışarak 58 kamyon pislik attım. Mezarların temizliğini bahçenin güllendirilmesini, ağaçlandırılmasını, tamamladım. Hala hizmetime devam ediyorum. Bahçenin otlarını temizliyor, sulamasını yapıyorum. Güllerin bakımıyla uğraşıyorum.

Daha birçok hizmetleri son nefese kadar yapmayı Rabbim bana nasip eyler inşallah. 2007 senesinde de türbelerin bakımı ile sorumlu dernek başkanı tarafından fahri türbedar görev kartı verilerek görevlendirildim. Artık resmi makamlar tarafından da “Rabbime şükürler olsun” bir problemim kalmadı.

Halen yeni manevi kardeşlerim gelip beni ve Sultanı bulmaya devam ediyorlar. Evin çatı katında iki oda var. Bir odayı benden izinsiz yeğenim sahiplenmiş. Ben de ön odada kalmak zorunda kaldım, bu oda terasa bakıyordu. Burası boydan boya camekân olduğu için ısınmıyordu. Ben de çok üşüyor, hasta oluyordum, kimseye bir şey söyleyemiyordum. Ev telefonum çalıyor, ben bakamıyordum, çünkü paralelden benden önce davranıp yeğenim alo diyordu ve günün birinde telefon kesildi. Arızaya telefon ettim, bağladılar, tekrar kesildi. Gene arızadan bağladılar, dördüncü sefer de bağlamadılar. Ben de Topçularda Ersoy’da ücretsiz olarak çalışıyordum. Sekretere söyledim o arızayı aradı, onlar borç servisine yönlendirdiler. Burada dört yüz bin lira borcu olduğunu söylediler. Yeğen şu anda aldığı hanımıyla sabahlara kadar konuşuyordu. Edirne Uzunköprü’yle konuşuyordu. Ben bu rakamı duyunca telefon da benim üzerime olduğu için kan beynime sıçradı, tansiyonum çıktı, beynim ateş gibi yanmaya başladı. Günlerden 1 Nisan’dı. Topçular’dan yayan olarak Eyüp Sultan’a gidip namazımı eda ettim. Dışarı çıktım. Şimdi ufak mescidin oradaki zabıta kulübelerinin önünde duran yuvarlak kanepeye oturdum ve burada kelimeyi tevhit çekmeye başladım. Bir müddet sonra aklıma niye üzülüyorsun bir felç geçirsen veyahut da beyin kanaması geçirsen ne yüzle bakarsın Rabbinin yüzüne dediğim anda orada bulunan çınar ağacından bir tıkırtı duydum. İçimden kedi olarak geçti, bir de baktım sol tarafımda kedi olduğunu gördüm, üç sefer bismillah dedim ve sırtını sıvazladım. Sonradan korktum cin olmasın diye, ben bunu diyeyim dedim. Kedi dedim sen sağ tarafıma geçer misin diye söyledim. O da hemen arkamdan dolaşarak sağ tarafıma geçti. Üç sefer de sağ taraftayken sırtını sıvazladım. Gene içime bir şüphe düştü, bu cin olabilir mi? Diye. Bu sefer tekrar sol tarafıma geç dedim, tekrar arkamdan dolanarak sol tarafıma geçti. Gene üç sefer sırtını sıvazladım. Şimdi seni Rabbimin yolladığını anladım, isterse üstünde bir pire olsun, ister ayakların çamurlu olsun. Kafamın üstüne oturabilirsin dedim. 0 da kucağıma gelip oturdu. Ben bir müddet sevmeye başladım. Sonra dedim ki kedi benim canım sigara istiyor, tüylerin yanar dedim. Seninle işimiz bitti artık gidebilirsin, dedim. O da arkama geçip iki küremin arasına oturdu. Beynimdeki o yanmayı çekip aldı. O anda çok rahatlamıştım sanırım. Saat bir buçuk veya ikiydi, ben ayağa kalkınca 0 da kalktı ve elektrik direğinin dibinde kayboldu. Ben merak ettim, aynı yere ertesi gün tekrar geldim, yatsı namazına gitmedim. Orada millet namazdan çıkarken İsmet isminde bir arkadaş gördüm ve çağırdım. O da gelip yanıma oturdu, ona akşam başımdan geçen kedi olayını anlattım. O da olur böyle şeyler dedi. Ben ona nasibin varsa sen de görürsün dedim ve o anda lokantanın önündeki sanki toprağın altından çıktı gibi geldi bana. Bizim aşağımızda bir çift vardı, konuştuğumuzu duyması imkânsız. Ben de İsmet’e şansın varmış kedi geliyor dedim. O kediyi çağırdı, onlara hiç bakmadan geldi ikimizin arasında durdu. İsmet çağırınca onun yüzüne baktı, benim yüzüme baktı, gelip benim yanıma oturdu. Ben de üç sefer sırtını sıvazladım. Kedi dedim bu ağabey seni çağırdı, niye gitmedin. Bu da benim gibi garip dedim. O da İsmet’in yanına gitti, o da sırtını üç kez sıvazladı tekrar, benim yanıma geldi. Nisan iki de böyle geçti. Gelelim üç nisana…

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ve biz de Orhan diye bir arkadaşla yağmurdan korunmak için ekmek fırınının önünde bekliyorduk. Ben de ona kediyle yaşadığımız olayları ona anlattım o da olur abi dedi. Kediyle buluştuğumuz yere bakmaya başladık. Oraya çarşaflı bir kadın elinde sarı bir poşet, gözünde gözlük, elindeki sigarayı içiyor, ama hiç bitmiyordu. Bu arada yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu, arkadaş bu kadın senin kedi olmasın dedi. Ben de ona yok, olmaz böyle bir şey dedim. Garibin ne derdi var ki bu yağmur altında oturuyor diye düşündüm. Arkadaş çok ısrar edince kalktık kadının yanına gittik. Biz ona doğru gidince kadın ayağa kalktı ve simit fırınının önünde dolaşmaya başladı. Kadının oturduğu kanepenin iki metre kare bir alana hiç düşmemiş orası kupkuruydu. Bir Yaşar abi de olsa da bu olayı görse diye içimden geçirdim. O an da kadın gözümüzün önünden kayboldu. Sanki yer yarıldı içine girdi.

Nisan 4, akşam namazına gireceğim iç avluda yüksek demirli bir yer var. Bir rivayete göre Eyüp Sultan’ın yıkandığı yer. Bana göre de yattığı yer. Deniz tarafında iç bahçede çarşaflı bir kadın oturuyordu, elindeki sigara içtiği halde hiç bitmiyordu. Ben de bulunduğum yerden söylenmeye başladım; utanmıyor musun mübareğin yanında sigara içmeye dedim ve camiye girdim. Girdiğim anda aklıma önceki günkü olaylar geldi. Elinde sigara bitmediği için dedim ki bu bana bir işaretti. Sultanım benim civarında sigara içmemden rahatsız oluyordu. Başımdan böyle bir olay geçmişti.